|
Anayasa |
Anayasaları politik partilerin Özenci belirlemez. Anayasaları bir Ulusun Tarihinin bütünü, bir Tinin moral ve törel ussallığı yapar.
Modern Devlet salt modern olduğu için henüz Devlet Kavramına bütünüyle karşılık düşen devlet değil ama Oluş sürecinde olan, böylece değişebilen, gelişebilen, iyileşebilen devlettir, çünkü henüz kendisi genç olan bütün bir Dünya Tarihi için genç olan, henüz büyümekte olan Özgürlük bilincinin ve istencinin anlatımıdır. Devlet evrensel ussal İstencin Özgürlük tini içinde ve onun için şekillenir, ve salt sürekli yenileşme içinde olması nedeniyledir ki herhangi bir katılaşmaya kapalıdır. Modern Devlet popüler Usun kendini bulmak ve tanımak için kendine özgü özgür ve özençli çabasıdır. Us kendini ancak edimselleştirdiği ve kendini kendi önüne nesnesi olarak koyduğu düzeye dek tanır.
Modern Devletin ön-modern Devletten ayrımı onda bireyin eksiksiz gelişimi için gereken evrensel Özgürlük tini içinde varolmasında yatar. Bu genel olarak eşit ölçüde gelişme, iyileşme gereksiniminde olan Anayasalar için de eşit ölçüde geçelidrir, çünkü Anayasalar bir ulusun geçici bilinç biçimleri tarafından değil, ama bütün bir tarihsel gelişimleri tarafından yapılmış olsalar da, göreli, tarihsel, pozitif şekiller olarak henüz Hak kavramına bütünüyle uygun düşmezler.
Ön-modern ve Modern arasındaki ayrım, Özgürlük bilincinin yokluğğu ve Özgürlük bilincinin varlığı arasındaki ayrım dinginlik ve değşim, kendini yineleme ve gelişme arasındaki ayrımdır. Dünya-Tininin bütün bir politik varoluşu ilk kez Özgürlük Bilinci ile onun kendisi tarafından ve ussal olarak belirlenme olanağını kazanıır. Özgürlük Bilinci ile genel olarak Devlet iyi ya da kötü, aydınlık ya da karanlık Despotizmlerin keyfiliğinden kurtulmuş, bireyselliğin kendisi Devletin tözünü belirleme Hakkının olduğunu kavramış ve onu edimselleştirme çabasına dönmüştür. Bundan böyle Devlet Yurttaştır. Devletin yaptığı Yurttaşın yaptığı, Devletin erdemi onun erdemi, ve Devletin erdemsizliği onun erdemsizliğidir. |
Parthenon ve Erechteion; Akropolis. |
|
Kavram
Anayasa Devletin ana yapısı, ama bu yapı tüzel-törel bir yapı olduğu için, Ana Yasasıdır. Bir politik bütünün belirlenimleri olarak tüm değişebilir yasalar daha özsel Ana Yasa ile uyumlu olmak zorunda olmaları anlamında ondan doğar, onun tarafından belirlenirler. Yasalar Anayasanın altında dururken, Anayasa Dünya-Tininin gelişiminin ereğine altgüdümlüdür.
Yasa
Yasa evrensel ise, herkes için — hiç kuşkusuz kral, imparator, padişah için de — bağlayıcı ise Yasadır. Bu evrensellik yasada onu onu yapanların da üzerine koyan, onlar için de bağlayıcı olan ve onu bir Özenç, bir kapris değil, bir İstenç yapan ussal yandır.
Anayasanın Varlığı
Yazı ya da kitap ikincil ve biçimseldir, çünkü Yasa ancak bilindiği, ancak insanların bilinçlerinde olduğu düzeye dek yasadır. Yazılı Anayasaları olmayan Devletlerin de evrensel ve zorunlu törel belirlenimleri, yazısız Anayasaları vardır. Ve yazılı Anayasalar bu Ana Yasaların tümünü içermeyebilir ya da eksik olarak içerebilir ya da onlarla çelişkili belirlenimler içerebilirler.
Anayasa ve Doğal Hak (İdeal Devlet)
Anayasanın pozitif olmasının anlamı biraz uygunsuz bir anlatımla "Doğal Yasa" denilen bir ideal Tüze düzeninin, bir negatif Hak belirlenimin kabul edilmesi ile görelidir. Olumsuz olan saltık olarak yok olan değil ama, göreli olarak, olumlu olan ile karşıtlık içinde yok olandır. Bu düzeye dek tüm poziif Türe, Tüze ve Törellik, bütün bir Devlet olumlunun olumsuza doğru, tarihsel olarak var olanın henüz tarihsel olarak var olmayan Kavramın gerçekliğine doğru gelişim süreci içindedir. Sofokles'in Antigone'si Tiranın kişisel buyruğu olan sözde yasaların tersine, değişmeyen, ilksiz sonsuz yasaların "nereden geldiklerini kimsenin bilmediğini" söyler. Bu bilinmeyeni bilme ve böylece onu edimselleştirme süreci Tarih dediğimiz insanlık eyleminin başlıca sorunudur.
Aristoteles
Helenik Devlet Kent ile birdi ve buna göre Aristoteles'te bir Anayasanın (politeia) "bir Kentteki görevlerin düzenlemeleri" olduğunu buluruz. Yunanlılar Kent, Devlet ve Anayasa kavramlarını ayrı ayrı sözcüklerle anlatma gereğini duymuyorlardı, bir ölçüde haklı olarak, çünkü bir Anayasa, bir Politeia yoksa, Kent (Polis) de yoktur. Kent onu Kent yapan Niteliği yitirirse Varlığını da yitirir. Aristoles için Devlet topluluğun İyiliği için vardı ve ancak topluluğun en iyileri tarafından yönetildiği zaman en iyi Devlet olabilirdi. Halkın yönetimi olarak demokrasi sürü yönetimine (oblokrasi), seçkinlerin yönetimi olarak aristokrasi oligarşiye, ve bi bireyin yönetimi olarak monarşi ise tiranlığa bozulma eğilimindeydi.
Yurttaş
Yurttaş kavramı yalnızca bir Devletin uyruğu olma ve böylece onunla ilişkide haklar ve ödevler taşıma belirleniminden daha çoğunu, ait olduğu Devletin İstenci olma, onun Yasalarını yapma niteliğini de kapsar. Bu evrensel bir bilinç gelişimini, Özgürlük kavramının kendisini gerçek içeriği içinde kavramayı gerektirir.
Roma
Roma Anayasası krallık, cumhuriyet ve imparatorluk dönemleri biçimindeki biçimsel türlülüğe karşın, ve ayrıca bu biçimlerin kendi süreçlerinde gösterdiği ayrışmalara karşın, Yasa Egemenliğinin evrensel tanınışına doğu gelişti. Hıristiyanlık yoluyla Roma tininin onun Anayasası ile bağdaşmayan öğelere göre yeniden biçimlenmesi Roma tininin kendisinin sonu oldu. Avrupa'da Roma İmparatorluğunun çöküşünden bir süre sonra tüm yaşam biçimine egemen olan feodalizm yüzyıllar boyunca Roma tinine direnmeyi başarmış henüz ilkel Germenlerin yasa-bilinçsizliğinin a-politik anlatım yoludur. Feodalizm bir yasa egemenliğinin yokluğu olarak Devlet değil, Devletsizliktir — eğer Lordun usdışı Özenci ussal İstenç ile eşitlenmeyecekse. Feodalizm hiç kuşkusuz tarihsel materyalist bakış açısının ileri sürmek zorunda olduğu gibi 'köleci' Roma İmparatorluğunu tarihsel olarak izlemesi gereken 'ileri' bir evre değildir. Tarih serflik-beylik gibi 'ileri' bir ilişkiden çok daha iyilerini bin yıllar önce üretmişti. Feodalizm yalnızca Roma uygarlığı ile, ahlak, yasa, türe, yurttaş vb. gibi kavramlar ile henüz hiçbir tanışıklıkları olmayan ilkel Germenlerin yasasızlık durumunda bireysel-fiziksel şiddet üzerine kurdukları bir bağımlılık ilişkisidir.
Thomas Hobbes
Hobbes Devletin gizini doğru olarak bir savaş durumu saydığı doğa durumundan çıkan insanların sağ kalabilme uğruna saltık egemenin gücüne boyun eğmelerinde, kendi İstençlerinden saltık olarak vaz geçmelerinde bulur. Böylece egemenin özenci ile bir olan yasa ussal-evrensel niteliğini bütünüyle yitirir. Devlet bir Sözleşme olsa bile, aklanışını Duyunçta değil, ama Korkuda ve ondan kurtulma gereksiniminde bulur. Hobbes için Devlet bireyi bütünlüğü içinde yutan bir Leviathandır. Ama Devleti anlayışında dinsel değil, insandaki doğal belirlenimlere dayanır ve onu bir Sözleşme ilişkisi biçiminde şöyle formüle eder: "Kendimi yönetme hakkımı bu insana, ya da bu insanlar meclisinin yetkisine teslim ediyorum, şu koşul ile ki, sen de hakkını ona teslim edecek ve onun tüm eylemlerini benzer olarak onalayacaksın" :: "I authorise and give up my right of governing myself to this man, or to this assembly of men, on this condition; that thou give up, thy right to him, and authorise all his actions in like manner." Ama bu kendini yönetme hakkını başkasına vermek kendi İstencinden vazgeçmekten, eksiksiz bir despotizmden başka birşey değildir. Thomas Hobbes yalnızca bir Devlet çözümlemesi yapmakla kalmadı, ama bir Devlet biçimini önerdi ve modern dünyanın daha şimdiden özgürlüğün yoluna girmiş olduğu bir zamanda saltıkçılığa geri dönüşü öğütledi. Saltık egemenlik kaçınılmaz olarak güçlerin bölünüşünü de dışlar. Ama Hobbes için biricik almaşık Doğa Durumu, bir kavga ve düzensizlik varoluşudur. Öte yandan, Hobbes'un yasası saltık egemenin istenci değil ama bireysel özenci olduğu ölçüde yasa değildir, çünkü pozitif olduğu düzeye dek onun üzerinde bir doğal yasayı, a priori, ideal tüze belirlenimini tanımaz.
John Locke
Locke da Anayasayı yurttaş toplumu ve hükümet arasındaki bir Sözleşme olarak görür. Hobbes'tan ayrı olarak egemenin saltık
olmasını doğrulamaz ve sözünü tutmayıp Anayasayı çiğnemesi durumunda ona başkaldırma hakkını saklı tutar. Bu görünürde devrimci olsa da özünde bir totoljidir, çünkü gerçekte Anayasanın çiğnenmesi Yasanın egemen için bağlayıcı olmadığını, yasa olmadığını, ve böylece devletin bir devlet olmadığını gösterir ve devlet-olmayan birşeye karşı ayaklanma devlete karşı ayaklanma olmayacaktır. Gene de bu ayaklanma hakkı Locke'un politik kuramındaki bir Özgürlük bileşeni olarak görülür. — Sonraki kuşakların önceki kuşakların sözleşmesine bağlı kalmalarının gerekçesi sözleşme zemininde biriken özel mülkiytein kalıt alınmasıdır. Anayasa ussal bir İstenç anlatımı değildir —, ve beğenmeyen gitmek zorundadır, boş yerlere, örneğin Amerika'ya. Locke saltıkçılığın önlenmesi için güçlerin bölünmesinde yanaydı ve egemenliğin tekerk ve parlamento arasında bölünmesini ve Anayasayı çiğneyen egemene karşı başkaldırma hakkını savundu. Locke'un bu dışsal sözleşme kuramı da henüz Rousseau'nun evrensel İstenç kavramından uzaktır.
Rousseau
Rousseau için herhangi bir tikel istenç değil, herkesin istenci de değil, ama "genel istenç" egemendir. Anayasayı tanımlayan bu Kavram bireylerin kişisel bir özence boyun eğmeleri biçimindeki despotik öğeyi dışlar. Genel İstenç çoğunluğun azınlık üzerindeki despotizmi de değildir, çünkü ussaldır. |
__Anayasa Biçimleri |
Anayasa bir Devletin Biçimi olan İstençtir. Buna göre anlatımı olduğu İstencin kendisinin gelişmişliği tarafından belirlenir. İstencin ya da Özgürlük bilincinin Tarih içindeki gelişimine koşut olarak Anayasa da değişim içindedir. Ve buna göre bir yandan belli bir gelişim aşamasına karşılık düşen en iyi Anayasanın hangisi olduğu sorusu ve öte yandan Gerçek Anayasanın nasıl birşey olduğu soruları doğar. Birincisi tarihsel bir yanıt gerektirirken, ikincisi Hak ve Türe ideallerinin gerçeği olarak tarihselliğin ve böylece tarihsel Anayaslar türlülüğündeki tüm tikelliğin ve eksikliğin ötesinde Evensel Anayasanın içeriğinin belirlenmesi istemine geçer.
Tekerklik, Aristokrasi ve Demokrasi bölümlemesi Anayasanın alabileceği tüm tarihsel biçimleri özetler. Bu biçimler kendi aralarında da karışabilirler, geçişler yapabilirler, ve bunlar arasında ideal Devlet biçimleri aramak sonlu olana gerçek olanın biçimini vermeyi isteme yanılgısına götürür (örneğin Platon'un bütün bir Tarihi insanın gelişmesinin henüz oldukça geri bir evresinde dondurma sonucunu getirecek Devlet ideali durumunda oluğu gibi).
Devlet a priori kavramsal-kuramsal bir yapıdır, ve bireysel istençlerin onu işletmeleri ve yürütmeleri gerekir. Bu bireyselliklerni Devlet İdeasını ya da Kavramını işletme ve yürütme biçimleri Devletler çokluğunun tarihsel olarak kazandığı o türlülük biçiminden sorumlu olan şeydir. Kavramına göre düşünüldüğünde ve tüm tarihsel aykırılıklarından ve olumsallıklardan ayrılarak tam soyutluğu içinde alındığında, monarşi tekil bir erkin Devlet İstenci olarak tanınmasıdır. Aristokrasi en iyilerin yönetimidir ve Devletin bütün bir halkın istencinden başka bir yerde varolmadığı düzeye dek, halkın kendi istencini aristokrasinin istenci ile özdeşleştirmesi anlamına gelir. Demokrasi Devletin ve Halkın birliğidir ve Devletin İstenç olduğu düzeye dek Halkın da İstenç olmasını, eş deyişle Özgürlük bilincini kazanmış olmasını gerektirir.
1800 yılında bile dünya nüfusunun yalnızca %3'ü kentlerde yaşıyordu.
Özgürlük bilincinden yoksun ve kendini yönetemeyecek halklara Devleti bırakmayı istemek onu ortadan kaldırmayı istemektir. Bu yüzden "Halk Demokrasileri" denilen Devletler bile bir Devlete benzedikleri düzeye dek ancak despotik Parti İstençleri olarak varolabilmişlerdir. Tarihsel olarak yeryüzünün engin topraklarına dağılmış göçebe ve köylü halklar açısından bir Devletin olanağından ve varlığından söz edilebileceği düzeye dek, böyle Devletler ancak Monarşiler biçimini alabilirler, ve bu tekerkleri sınırlayan ve belirleyen kuralların olmaması ölçüsünde devlet denilen şey yerini bir kişinin sınrısız despotizmine bırakır. Ama bu durumda da en küçük bir politik örgütleninin olanağı bile halkın törelliğini bir koşul olarak kabul etmek zorundadır. Yunan Tiranları aristokrasilere karşı halkın desteğini alıyorlardı ve Atinalı tiran Peisistratus Solon'un yasalarını çiğnemek bir yana, kendisi onları boyun eğmeyi seçmiş ve bir mahkeme çağrısı üzerine gidip yanıt vermişti.
Devlet bir süreklilik gösterecekse, ancak kent yaşamında ortaya çıkabilir ve gelişebilir. |
Devlet ve Güç |
İstencin Güç olması ölçüsünde, ussal genel İstenç olarak Devlet ussal ve genel Güçtür. (Nietzsche'nin "Güç İstenci" anlatımı bir genelemedir, çünkü İstenç eğer gerçekten İstenç ise Güç olmaması, kendini olgusallaştırmaması olanaksızdır.) Bir İstencin Gücü onun bireysel istençlerde kendi özdeşini bulması ile orantılı olarak artar. (Şiddet İstencin tanınmadığının göstergesidir ve karşı İstenci ortadan kaldırarak olumsuz bir tanınma, bir boyuneğme ya da kölelik biçiminde sonlanır.) Devletin bir halkın istencinde tanınması ölçüsünde bir şiddet ve zor aracı olması |
Modern Anayasa ve Köylülük |
Anayasa salt çoğunluk İstencinin üzerinde durmakla ya da değiştirilemeyecek belirlenimler kapsamakla kendini ilkin ussal genel İstencin usdışı öznel Özence bozulmasına karşı korur. Modern Anayasal demokrasi böylece modern ulusların kazanılmış Özgürlüklerini bütünüyle bilinçli olarak kazanmamış olduklarının göstergesidir.
Anayasanın bir salt oy çokluğu ile değiştirilemeyecek olması onun ilkin doğrudan doğruya bir halk egemenliğinden daha çoğu olduğu, "çoğunluğun istenci" değil ama "genel istenç," "ussal istenç" olduğu anlamına gelir. Ve bu özellikle halk egemenliğinin halkın kendisi tarafından kazanılmadığı, tersine halkın kendisinin ilk olarak özgür olmayı, yurttaş olmayı öğrenmesinin zorunlu olduğu moral ve törel gerilik kültürlerinde böyledir. Modern Devletin özgürlük ve yurttaşlık bilincinden büyük ölçüde yoksun bir halk için halktan başka güçler tarafından, örneğin Türkiye'de olduğu gibi birincil olarak Ordu tarafından kurulduğu ve kollandığı durumlarda, Anayasa pekala halk politikacılarının kendileri tarafından çiğnenme gözdağı altına düşebilir. O zaman Devletin kendisi ussal-yasal karakterini yitirmeye, bir Devlet olarak çözülmeye ve dağılmaya başlar, ve politik güç en sonunda onu yönetemeyen halkın elinden alınır. Bir halkın politik olarak olgunlaşması ancak politik Özgürlük içinde olanaklıdır ve bu Özgürlüğü halka halkın kendisine karşın verme çabalarının tarihi Osmanlı Devletindeki ilk politik modernleşme girişimlerine dek uzanır. Bir Halkın Devlet kurması ya da Devlet olması — kendini yönetebilmesi, eş deyişle kendi İstencini Yasa yapabilmesi — politik karakter ve kimlik kazanmasını gerektirir. Bu Özgürlük eğitimi köylülük ve göçebilik durumu ile saltık olarak bağdaşmaz. Politika kendi kavramı (Polis) gereği Kentlilik bilincinin, ve bütün bir ülke çapında düşünüldüğünde, Yurttaşlık bilincinin sorunudur.
Demokratik Anayasa Köylülük için değildir.
Köylülük modern politika açısından demokrasi değil, demagojiye uygundur, çünkü Kavramı gereği bütününde eğitimsizdir. Köylülük serflik değildir; yaşamı bir göçebe yaşamı da değildir; ama toprağa bağlıdır, ve sorgusuzca kendini yineleyen bir gelenek yaşamına, değişime kapalı ve dirençli bir törelliğe pıhtılaşmış bir kültürdür. Modern Yurttaş Toplumuna dönüşme, böylece ortadan kalkma, kente göç etme, kentlileşme, boş Özgürlüğünü gerçek Özgürlüğe yükseltme, doğal despotizmini ve şiddetini, boşincını ve geleneğini kentin uygar dinginliğine ve yasal uysallığına yükseltme eğilimindedir. Dönüşüm sürecinde bir yandan Anayasayı ve Yasayı kendi despotik, gelenekçi ve boşinançlı kültürüne uyarlamaya çalışırken, öte yandan kendisi değişmekte, Hakkı ve Ödevi olan Özgürlüğün bilincini kazanmaktadır.
Dünyanın ezici çoğunluğunun henüz bireysel ya da örgütsel diktatörlükler altında yönetilmesi ancak ve ancak diktatörlerin ve eğitimsiz halkların birbirlerini tamamlayan iki moment olmaları yoluyla olanaklıdır. |
__Demokrasi ve Despotizm |
Demokrasi sık sık Özgürlük kavramı ile karıştırılır ve tasarımsal düşünen Anlak tarafından gündelik söylemde onun yerine kullanılır. Bu uygunsuzluğun hiç kuşkusuz bir zemini vardır ve bu Demokrasinin Özgürlük olmaksızın olamayacağı olgusudur. Tam olarak bu bağıntı nedeniyle biçimsel bir Demokrasinin olduğu yerde biçimsel bir Özgürlük de varsayılır. Oysa Özgürlük oy sandığına atılan biçimsel pusulada değil, İstençte edimseldir. Sık sık dünyanın en büyük Demokrasisi sayılan Hindistan'ın Kast dizgesinde seçmenin İstenci Efendinin istencidir, ve milyonlarca Sudra oy vermenin ne anlama geldiğinin bile bilincinde olmadan yalnızca Efendilerinden aldıkları buyruğu yerine getirirler.
Demokrasi ancak Özgürlük ve Erdem üzerine dayanabilir. Bu yüzden ancak Despotizmin politik bir birlik kurabildiği Doğu kültürlerinde Demokrasi politik yıkım anlamına gelir. Doğu Tininin politik belirlenimi despotik Birdir, ve erdemsiz tinin özgürlüğü ilkin doğal itki ve dürtülerinin özgürlüğüdür.
"Gelişmemiş Devletler onlarda Devlet İdeasının henüz örtülü olduğu ve onlarda onun tikel belirlenimlerinin kendilerinde özgür kalıcılığa ulaşamadıkları devletlerdir.." (TzF, § 260.) |
|
"Die unvollkommenen Staaten sind die, in denen die Idee des Staats noch eingehüllt ist und wo die besonderen Bestimmungen derselben nicht zu freier Selbständigkeit gekommen sind." |
Modern dönemde politik sorunlar demokratik olarak çözülmelidir, ama bu Azınlığın Çoğunluğun İstencini tanıması, onun Hakkını kabul etmesi demektir — ve saltık olarak Anayasa çerçevesi içinde. Bu ise Olgunluk ve Özgürlük gerektirir. Özgür olmayan, kendi Özgürlüğünün bilincinde olmayan birey başkasının Özgürlüğünün de bilincinde değildir ve onu da tanımayı bilmez. Bu tin için Özgürlük değil ama Özenç, Kapris, Keyfilik vardır — henüz İstenç değil ama İstek, ussal durum değil ama duyusal durum, uygar durum değil ama doğa durumu vardır. .
Despotik Tin bir Töz olarak tüm İlinekleri kendi içinde tutar, onları Özgürlükten yoksun bırakır, ve evrik olarak bu İlinekler Tözlerinden yoksun kaldıklarında varoluş desteklerini yitirirler. Doğuda bireysellik ilkesinin — Özgürlük, İstenç ve Duyuncun — henüz kendini göstermediği düzeye dek, evrenselden koparılan bireysellik ona moral doğrusunu ve eğrisini, yapması ve yapmaması gerekenleri buyuran Efendiden de koparılmış olur ve Özgürlükte, Duyunçta ve İstençte deneyimsiz bu bireysellik doğal yanına dönerek kendini özenç olarak, sınırsız bir tutku, hırs, ve giderek yoketme tini olarak gösterir. Sovyetler Birliğinde bireysel Özgürlüğü yaşamayan ve buna göre Duyuncunda ve İstencinde büyümeyen milyonlar Parti Yetkesinden kurtulur kurtulmaz bir tür doğa durumuna geri döndüler. Bir klepto-kapitalizm, şiddet, türesizlik kültürü doğdu.
Modern Devlet Devlet Kavramının gerçekleşmesi değildir; tersine, gerçekleşmesi için bir süreçtir. Bireysel Özgürlüğün bilinci, böylece bilişsel, etik ve estetik bireysel gerçekleşmenin, ve böylece eksiksiz Türe, Hak ve Gönence ulaşmanın olanağıdır. Özgürlüğün bütün bir Gelişim sürecinin İlkesi olduğu düzeye dek önemli olan biricik şey Despotik Anayasa altında kendi özlerini, yeteneklerini, değerlerini, gönençlerini kendileri engelleyen milyonların Özgürlük bilincine uyandırılmalarıdır. Milyarlarca bireyin sınırsız Gizilliklerinin edimselleşmesi Dünyayı, Tarihi, Yaşamı modern ölçünlerin çok çok ötesinde bir Gelişim düzeyine yükseltmekten başka birşey değildir. |
|
Doğu ve Batı
Doğunun değişime ve gelişime kapanmışlığı Yeni olanı dışarıdan almasını ve buna göre değişimin içsel değil, ama dışsal dayatma sonucunda olmasını kaçınılmaz kılar. Doğuyu keşfeden Batının kendisinin ilkin moral gerilik içinde olduğu düzeye dek, modern dönemde Doğunun Batı ile buluşması birincinin moral hamlığının ikincinin eşit ölçüde duyunçsuz soyut Hak İstenci ile karşı karşıya gelmesidir. Soyut Hak alanı dolaysız İstenç alanıdır, ve özsel belirlenimi Mülkiyettir. Modern törellik döneminin başlangıcında Doğunun Batı için anlamı bir Mülkiyet olanağından öteye geçemezdi. Bu düzeye dek iki yan da Dünya-Tinin bakış açısından ancak belirlenimlerinin onlar için hazırlamış olduğu şeyi yaşadılar. Batını Sömürgecilik yeteneği kendinde Doğunun Sömürge olabilme yeteneğini bir moment olarak kapsar.
Duyunç ancak Özgür İstenci olan bireyde söz konusudur. Özgür olmamak Doğruyu ve Eğriyi, İyiyi ve Kötüyü başka İstencin buyruğundan almak, boyun eğmek demektir. Ve Özgürlük bile ilkin Doğrunun ve Eğrinin, moral değerin dolaysızca bilinmesi demek değildir. Ama ancak özgür birey bu yetkinliği kazanmak için gerekli deneyim sürecine girebilir, gerçek kendisi olmayı öğrenebilir. Moral yeti her insanda a priori olandır, edimselleşme bekleyen gizilliktir. Bu önlenirse Duyunç yetisinin gelişmesi ve ona bağlı Erdem, Türe, Hak yetilerinin gelişmesi de engellenir. Bütün bir kültürün altyapısı erdemsizlik — Türesizlik, Korkaklık, Ölçüsüzlük, Bilgisizlik — olur. Batı ne Özgürlük bilincinde ne de Gelişim düzeyinde türdeştir. Modern Duyunç, Batı kültürünün başka her tinsel belirlenimi gibi, Oluş sürecindedir. |
Hegel / Tüze Felsefesi |
|
Hegel / Philosophie des Rechts (1821) |
A. İÇ DEVLET-TÜZESİ [ANAYASA]
§ 260 |
|
A. DAS INNERE STAATSRECHT
§ 260 |
Devlet somut özgürlüğün edimselliğidir; somut özgürlüğü oluşturan şey ise bir yandan kişisel bireyselliğin ve onun tikel çıkarlarının tam gelişimlerini ve kendileri için haklarının tanınmasını kazanmaları (aile ve yurttaş toplumu dizgelerinde olduğu gibi), öte yandan bunların bir ölçüde kendiliklerinden evrenselin çıkarı içersine geçmeleri, ve bir ölçüde bilgi ve istenç ile o evrenseli ve hiç kuşkusuz kendi tözsel tinleri olarak tanımaları ve son erekleri olarak onun uğruna etkin olmalarıdır, öyle ki ne evrensel yan tikel çıkar, bilgi ve istenç olmaksızın geçerli olabilir ve tamamlanabilir, ne de bireyler özel kişiler olarak yalnızca kendi erekleri için yaşayabilir ve aynı zamanda evrensel olanda ve evrensel olan uğruna istemeyi ve etkinliklerinde bilinçli olarak bu biricik ereği amaçlamayı gözardı edebilirler. Modern Devletlerin ilkesi bu muazzam güç ve derinliği taşır, çünkü öznellik ilkesinin kendini bağımsız kişisel tikellik ucuna dek tamamlamasına izin verirken, aynı zamanda onu tözsel birliğe geri getirir ve böylece tikelliği Devletin ilkesinin kendisi içinde saklar. |
|
|
Der Staat ist die Wirklichkeit der konkreten Freiheit; die konkrete Freiheit aber besteht darin, daß die persönliche Einzelheit und deren besondere Interessen sowohl ihre vollständige Entwicklung und die Anerkennung ihres Rechts für sich (im Systeme der Familie und der bürgerlichen Gesellschaft) haben, als sie durch sich selbst in das Interesse des Allgemeinen teils übergehen, teils mit Wissen und Willen dasselbe und zwar als ihren eigenen substantiellen Geist anerkennen und für dasselbe als ihren Endzweck tätig sind, so daß weder das Allgemeine ohne das besondere Interesse, Wissen und Wollen gelte und vollbracht werde, noch daß die Individuen bloß für das letztere als Privatpersonen leben und nicht zugleich in und für das Allgemeine wollen und eine dieses Zwecks bewußte Wirksamkeit haben. Das Prinzip der modernen Staaten hat diese ungeheure Stärke und Tiefe, das Prinzip der Subjektivität sich zum selbständigen Extreme der persönlichen Besonderheit vollenden zu lassen und zugleich es in die substantielle Einheit zurückzuführen und so in ihm selbst diese zu erhalten.
|
Ek. Devlet İdeasının modern dönemde öyle bir özgünlüğü vardır ki, Devlet bundan böyle öznel keyfiliğe göre değil, ama İstencin Kavramına, e.d. evrenselliğine ve tanrısallığına göre özgürlüğün edimselleşmesidir. Gelişmemiş Devletler onlarda Devlet İdeasının henüz örtülü olduğu ve onlarda onun tikel belirlenimlerinin kendilerinde özgür kalıcılığa ulaşamadıkları devletlerdir. Klasik antikçağın devletlerinde evrensellik hiç kuşkusuz daha şimdiden bulunuyordu, ama tikellik henüz salıverilmemiş ve özgür bırakılmamış ve evrenselliğe, e.d. bütünün evrensel ereğine geri getirilmemişti. Modern Devletin özü evrenselin tikelliğin tam özgürlüğü ve bireylerin gönençleri ile bağlı olması, böylece Ailenin ve Yurttaş Toplumunun çıkarlarının kendilerini Devlete yoğunlaştırmak zorunda olmaları, ama ereğin evrenselliğinin hakkı saklı tutulması gereken tikelliğin kendisinin bilgisi ve istenci olmaksızın ilerleyemeyeceğidir. Evrensel öyleyse etkinleştirilmelidir; ama öte yandan öznellik de tam ve dirimli gelişimini kazanmalıdır. Ancak her iki kıpının da güçleri içinde kalıcı oldukları zamandır ki Devlet eklemli ve gerçek anlamda örgütlü bir Devlet olarak görülebilir. |
|
Zusatz. Die Idee des Staats in neuer Zeit hat die Eigentümlichkeit, daß der Staat die Verwirklichung der Freiheit nicht nach subjektivem Belieben, sondern nach dem Begriffe des Willens, d. h. nach seiner Allgemeinheit und Göttlichkeit ist. Die unvollkommenen Staaten sind die, in denen die Idee des Staats noch eingehüllt ist und wo die besonderen Bestimmungen derselben nicht zu freier Selbständigkeit gekommen sind. In den Staaten des klassischen Altertums findet sich allerdings schon die Allgemeinheit vor, aber die Partikularität war noch nicht losgebunden und freigelassen und zur Allgemeinheit, d. h. zum allgemeinen Zweck des Ganzen zurückgeführt. Das Wesen des neuen Staates ist, daß das Allgemeine verbunden sei mit der vollen Freiheit der Besonderheit und dem Wohlergehen der Individuen, daß also das Interesse der Familie und bürgerlichen Gesellschaft sich zum Staate zusammennehmen muß, daß aber die Allgemeinheit des Zwecks nicht ohne das eigene Wissen und Wollen der Besonderheit, die ihr Recht behalten muß, fortschreiten kann. Das Allgemeine muß also betätigt sein, aber die Subjektivität auf der anderen Seite ganz und lebendig entwickelt werden. Nur dadurch, daß beide Momente in ihrer Stärke bestehen, ist der Staat als ein gegliederter und wahrhaft organisierter anzusehen. |
Ödev ve Hak |
Montesquieu Hak belirlenimleri olan pozitif yasaların Doğa koşullarına bağımlı olduğunu düşünüyordu. Yasalar hiç kuşkusuz doğal koşullar tarafından şu ya da bu yolda etkilenirler, ama bu onlarda olmaması gereken yandır. Tinin düşünce ve istenç gücü Doğanın her koşulunun sonsuz ölçüde üzerindedir. Ve Özgürlüğün somut anlatımları olarak insan Yasaları Tinin belirlenimleridirler, salt zorunluk alanında devinen Doğanın belirlenimleri değil. Yasalar Hakların kapanması değil ama açılmasıdırlar, ve Hakkı kısıtlayabilecek en son etmen Doğa olabilir. Montesquieu bunun dışında özel Hakkı ilgilendiren yasaların Devletin belirli karakteri üzerine bağımlılığı, genel olarak tikel İstencin evrensel İstence karşı Ödevleri düşüncesini getirdi.
Ödev görünürde ilineksel bireysel İstencin Devletin tözsel İstenci için yerine getirmesi gerekendir ve böylece ikincisi için bir Haktır (zaman zaman 'negatif' Haklar ile denmek istenen yan). Ama bu Hak bir özenç belirlenimi, keyfi bir istem olmadığı sürece, ussal olduğu sürece o denli de her birey için Haktır ve tikel olarak kimin Hakkı olduğunun hiçbir önemi yoktur, çünkü evrenseldir. Bu anlamda bireyin Devlete karşı onun Hakkı olarak görünen Ödevi — Yasaya boyuneğme Ödevi — onun kendi Hakkının gerçekleşmesidir, çünkü Devlet özsel olarak bireysel özgür İstencin anlatımından başka birşey değildir. — Özel Tüze alanında da Ödev ve Hak ilişkisi bundan ayrı değildir, çünkü belirli Mülkiyetimin dışlayıcı olarak benim Hakkım olmasına ve başkalarının onu tanıma Ödevlerinin olmasına karşın, Yurttaş Kavramında evrensel olarak Haklar ve Ödevler arasında herhangi bir ayrıma ya da eşitsizliğe yol açacak hiçbir etmen yoktur. Toplumsal Sınıflar politik sınıflar değildirler. — Feodal ayrıcalıklar genel olarak dışlayıcıdırlar ve bireyler arasına Haklar ve Ödevler açısından Eşitsizlik getirirler. Serfin Ödevi Efendi için çalışmak, ona karşı daha başka yükümlülüklerini yerine getirmek, Efendinin Serfe karşı ödevi ise Serfin çoğunlukla Efendinin kendisine karşı güvenliğini sağlamaktır. Bu Eşitsizlik görünürde Zora dayanırken, gerçekte o deli de bireysel İstencin özbilincinin yokluğuna, bireysel Hak ve Özgürlük bilincinin yokluğuna dayanır ve Özgürlük bilincinin doğuşu ile ortadan kalkar. |
Hegel / Tüze Felsefesi |
|
Hegel / Philosophie des Rechts (1821) |
§ 267 |
|
§ 267 |
İdeallikteki zorunluk İdeanın kendi içersindeki gelişimidir; öznel tözsellik olarak politik duygusal tutumdur, ondan ayrım içinde nesnel olarak Devletin örgenliğidir, asıl politik Devlet ve onun Anayasasıdır. |
Die Notwendigkeit in der Idealität ist die Entwicklung der Idee innerhalb ihrer selbst; sie ist als subjektive Substantialität die politische Gesinnung, als objektive in Unterscheidung von jener der Organismus des Staats, der eigentlich politische Staat und seine Verfassung.
|
Hegel / Tüze Felsefesi |
|
Hegel / Philosophie des Rechts (1821) |
§ 268 |
§ 268 |
Politik duygusal yatkınlık — genel olarak Yurtseverlik — gerçeklik içinde duran pekinlik olarak (salt öznel pekinlik gerçeklikten doğmaz ama yalnızca sanıdır) ve bir alışkanlık olmuş istenç olarak yalnızca Devletteki kalıcı kurumların sonucudur, çünkü ussallık Devlette edimsel olarak bulunurken, o kurumlarla uyum içinde olan eylem yoluyla etkinleşmesini kazanır. ...
Yurtseverlik ile sık sık yalnızca olağandışı özverilere ve eylemlere hazır olma anlaşılır. Ama özsel olarak gündelik koşullarda ve yaşam ilişkilerinde topluluğu tözsel temel ve erek olarak bilme alışkanlığını anlatan duygudur. Gündelik yaşamın akışında tüm sınavlara dayanan bu bilinçtedir ki daha sonra olağanüstü çabalar için hazırlık da temellenir. Ama insanlar sık sık yasaya bağlı olmaktan çok yücegönüllü oldukları için, o olağandışı yurtseverliği kendilerini bu gerçek duygudan bağışlamak ya da onun eksikliğini bağışlatmak için taşıdıklarına kendilerini kolayca inandırırlar. — Dahası, duygu kendi başına başlayabilen ve öznel tasarım ve düşüncelerden doğabilen birşey olarak görüldüğünde, görüş ile karıştırılır, çünkü bu bakış açısından yurtseverlik gerçek temelinden, nesnel olgusallıktan yoksun kalır.
Ek. ... İnsanlar Devletin sürmesi gerektiğinden ve tikel çıkarların ancak onda elde edilebileceğinden emindirler; ama alışkanlık bütün varoluşumuza dayanak olan şeyin gözden kaçırılmasına götürür. Herkes gece sokağa güvenlik içinde çıkarken, bunun başka türlü de olabileceği hiç kimsenin aklına gelmez, çünkü bu güvenlik alışkanlığı ikinci bir doğa olmuştur ve bunun nasıl yalnızca tikel kurumların bir etkisi olduğu üzerine düşünülmez. Tasarımsal düşünme sık sık Devletin zor yoluyla birarada tutulduğunu sanır; ama bu bağ gerçekte herkesin taşıdığı temel düzen duygusudur. |
Die politische Gesinnung, der Patriotismus überhaupt, als die in Wahrheit stehende Gewißheit (bloß subjektive Gewißheit geht nicht aus der Wahrheit hervor und ist nur Meinung) und das zur Gewohnheit gewordene Wollen ist nur Resultat der im Staate bestehenden Institutionen, als in welchem die Vernünftigkeit wirklich vorhanden ist, so wie sie durch das ihnen gemäße Handeln ihre Betätigung erhält. ...
Unter Patriotismus wird häufig nur die Aufgelegtheit zu außerordentlichen Aufopferungen und Handlungen verstanden. Wesentlich aber ist er die Gesinnung, welche in dem gewöhnlichen Zustande und Lebensverhältnisse das Gemeinwesen für die substantielle Grundlage und Zweck zu wissen gewohnt ist. Dieses bei dem gewöhnlichen Lebensgange sich in allen Verhältnissen bewährende Bewußtsein ist es dann, aus dem sich auch die Aufgelegtheit zu außergewöhnlicher Anstrengung begründet. Wie aber die Menschen häufig lieber großmütig als rechtlich sind, so überreden sie sich leicht, jenen außerordentlichen Patriotismus zu besitzen, um sich diese wahrhafte Gesinnung zu ersparen oder ihren Mangel zu entschuldigen. — Wenn ferner die Gesinnung als das angesehen wird, das für sich den Anfang machen und aus subjektiven Vorstellungen und Gedanken hervorgehen könne, so wird sie mit der Meinung verwechselt, da sie bei dieser Ansicht ihres wahrhaften Grundes, der objektiven Realität, entbehrt.
Zusatz. ... Das Zutrauen haben die Menschen, daß der Staat bestehen müsse und in ihm nur das besondere Interesse könne zustande kommen, aber die Gewohnheit macht das unsichtbar, worauf unsere ganze Existenz beruht. Geht jemand zur Nachtzeit sicher auf der Straße, so fällt es ihm nicht ein, daß dieses anders sein könne, denn diese Gewohnheit der Sicherheit ist zur andern Natur geworden, und man denkt nicht gerade nach, wie dies erst die Wirkung besonderer Institutionen sei. Durch die Gewalt, meint die Vorstellung oft, hänge der Staat zusammen; aber das Haltende ist allein das Grundgefühl der Ordnung, das alle haben.
|
Hindistan, 1856. Santhallar ve demiryolu mühendisleri ve arasındaki kavga. — İngilizler Santhal halkı arasındaki ilişki kimi Santhalların Ganj kıyılarındaki Bhanulpoor Bölgesinde yaşamaya başlamaları üzerine bozuldu ve İngilizler onlardan toprak vergisi istediler. Santhal zulmü üzerine öyküler sıklaştı ve çok geçmeden Santhlalar barbar bir halk olarak gösterilmeye başladı. |
|
|
Singapur, Raffles Sarayı. — İngiliz sömürge yöneticisi ve Singapur kentinin kurucusu Sir Thomas Stamford Raffles'in (1781-1826) bir yontusunun ötesinde gökdelenler yükseliyor. Bir gemide doğan Stamford Karayipler'de bir köle tüccarı olan babası Benjamin Raffles ölünce British East India Company'de çalışmaya başladı. 19'uncu yüzyılda bir balıkçı köyü olan Singapur bugün yaşam ölçünü açısından Asya'da birinhci ve dünyada on birinci sırada. |
Devlet tinsel bilinçte varolur, özdeksel fiziksellikte değil. Daha tam olarak, Devletin yeri İstençtir. İstenç özgür olabilir, ya da özgürlüğünün bilinçsizi olabilir. Boyun eğme tini Doğuya aittir ve orada bütün bir Tarih boyunca birey bedensel varlığının dışında tinsel olarak birey olmamıştır. Yasalar bireysel egemenler tarafından yapılmış, ve herkes boyun eğmiştir. Özgür olmamak Özgür olabilme yeteneğinde olan insana özgüdür. Ama İnsan kendinde ustur, ve ne olduğunun, kendinde ne taşıdığının bilincine varması dışsal değil ama içsel, tinsel bir sorundur. Bütün bir Tarih, bütün bir Kültür, bütün bir tinsel akış süreci usun kendi içinden gelişiminin sürecidir. Us dış dünyanın bir yansıması değil, tersine bütün bir kültürel dış dünya Usun, Tinin bir yansıması, onun kendi gizilliğinin bir edimselleşmesidir. Bütün bir kültür Emeğin, insan Düşüncesinin yaratısıdır, Düşünce Kültürün değil. İnsanın bu gizilliğini ortaya çıkarabilmesi özgürleşmesi ile bir ve aynı şeydir. Ancak Geleneğin değişmez, sorgulanmaz, kutsal belirlenimleri içine kapanan Tin gelişmesini durdurur, kendisi durdurur ve böylece kendini zorunlu olarak dışarıdan gelen daha yüksek kültürlere yem yapar. Doğu bu kültürel kapanmanın ülkesidir. Orada birey kendini ancak İmparator olarak, ancak yetkeci Bilge olarak, Peygamber, Despot, Egemen olarak kendini gösterir. Orada İyonya kıyılarında ilk örneklerini gördüğümüz özgür Bilim, özgür Felsefe, özgür Sanat gibi arı tinsellikler yoktur. Tümü de kendilerini varolan yetekci törellik düzenlerine ve mitolojilere uyarlamak zorunda oldukları için Batıda olduğu gibi sınırsızca gelişme sürecine girememişlerdir. |
Ganesha. Hundu Tanrısının ya da Brahmanın'ın kişisel görünüşü. Brahman Hint kültüründe felsefenin de özsel temasıdır. Her sesin ondan doğduğu OM'dur. Hinduizm tanrılarını doğal olanın şeklinde imgeler ve Hindu Tini bütününde bu şekillerin yarattığı kültürün içersinde açınır. Popüler bilinç insanı hayvan-altı bir duruma düşüren bu imgeleri simge olarak görmez. |
Hindistan Anayasası: Madde 15
15. Prohibition of discrimination on grounds of religion, race, caste, sex or place of birth.—(1) The State shall not discriminate against any citizen on grounds only of religion, race, caste, sex, place of birth or any of them.
15. Din, ırk, kast, eşey ya da doğum yeri zeminlerinde ayrımcılığın yasaklanması. — (1) Devlet hiçbir yurttaşa karşı yalnızca din, ırk, kas, eşey, doğum yeri ya da bunlardan herhanagi biri zemininde ayrımcılık yapmayacaktır.
Hindistan Anayasanın Bütünü |
Granville Austin'e göre, büyük olasılıkla başka hiçbir ulusun anayasası "toplumu ortak yarar için değiştirmeye ve yeniden kurmaya doğru böylesine büyük bir dürtü sağlamamıştır." Ve gene de 50 yıllık Hint deneyimi umut verici olmamıştır.
Dünyanın en büyük 'Demokrasisi' Kast dizgesini kabul eden ve Anayasasında Kastların varoluşunu doğrulayan bir dizgedir. Kast kavramının kendisi doğal ayrım demektir ve Anayasa Kastın varlığına karşın onun niteliğini tanımamayı ileri sürer. Söz konusu ayrım belli Haklardan yoksun olmak demektir ve bu Haksızlık yalnızca Doğa koşulu üzerine bağımlıdır. Doğuma bağlı Kast dizgesi Doğanın (hayanlar, bitkiler, nehirler, Ganj vb.) Hint inancındaki tanrısal yerleri ile bütünüyle tutarlıdır ve insan bu tinde hayvan-altı bir koşula düşürülür. Bir Anayasa insanı ırkçılıktan da daha öte aşağılayan bu Hindu Kast dizgesini yadsıyamazsa kendini yadsır. Bir Anayasa ancak Yurttaşların Bilincinde ve İstencinde varolabilir. Kast dizgesi ise ancak Yurttaşın olmadığı yerde varolabilir. |
Contesting the Nation: Religion, Community, and the Politics of Democracy in India KAYNAK
by David Ludden; University of Pennsylvania Press, 1996
Introduction
Ayodhya: A Window on the World |
HOLY MEN DECLARED SUNDAY, DECEMBER 6, 1992, auspicious, and more
than 300,000 people gathered that day in Ayodhya, a pilgrimage town
north of Varanasi (Benares), in the state of Uttar Pradesh (UP). Most wore
the saffron color of Hindu nationalism. At midday, a vanguard among
them broke down police barricades around a mosque called the Babri Masjid, built in 1528 by Mir Baqi, under the authority of Babar, the first Mughal
emperor of India. Cheering men swarmed the domes of the old mosque
and in five hours they hammered and axed it to the ground. Video cameras hummed. |
Eyewitnesses took notes for news reports around the world.
Hindu leaders, who had mobilized for this event since 1984, watched with
satisfaction, for they and their followers believe that god Rama (or Ram)
was born here and that the temple marking Rama's birthplace was de
stroyed to build this mosque (masjid). The construction of a new Rama
temple (mandir) was begun that evening, amid the rubble of the Babri
Masjid. Government officials looked on ineffectually. Violence triggered
by the demolition killed 1,700 people and injured 5,500 across the subcontinent over the next four months. |
|
|
Islam is as old in India as in Turkey. Indian Islam is older
than American Christianity and European Protestantism. Indian Islam is
no more derivative than Chinese, Tibetan, Thai, or Japanese Buddhism.
In India's historical culture and civilization, Islam has very deep roots in
deed, and the distinctiveness of Indian Islam represents the characteristic
capacity of Islam everywhere to be adaptable to the environment -- a fea
ture that is equally important in diverse and changing regions of what is
called its Middle East heartland (exemplified in the career of Pan-Islamism
and the end of the caliphate) as it is in India, Indonesia, and Senegal ( Eaton
1985, 1993, 1994; Al-Azmeh 1993). Yet the idea that Islam is foreign in India
is axiomatic among the Hindu nationalists who destroyed the Babri Masjid; this idea is used to argue for second-class Muslim citizenship in India
and even for the expulsion of Muslims from India. Making Islam appear
foreign to India is part of the project of making India Hindu pursued by
Hindu nationalist groups. |
|
Article 9 of the Japanese Constitution
ARTICLE 9. Aspiring sincerely to an international peace based on justice and order, the Japanese people forever renounce war as a sovereign right of the nation and the threat or use of force as means of settling international disputes.In order to accomplish the aim of the preceding paragraph, land, sea, and air forces, as well as other war potential, will never be maintained. The right of belligerency of the state will not be recognized. |
|
|